(Rünik harflerinden Latin harflerine)
Tarihte Türkler, kendi alfabelerini yaratamamış konar göçer toplumlardır. Konar göçerlik nedeniyle süreklilik arzeden yazıya dayalı kayıt tutma işine de ihtiyaç duymamışlardır.
Yazı ve devlet, yerleşik toplulukların kültürlerinin bir parçasıdır. Devlet kuruyorsan yerleşik hayata geçmek zorundasın. Yine devlet kuruyorsan yazı kullanmak zorundasın.
Türkler devlet kurmaya başladıktan sonra, devlet kurmanın gereği olarak ve belki biraz da yabancıların devlet törenlerine özenmeleri neticesinde yazı kullanmaya başlamışlardır.
Türk boyları Göktürk ile Uygur dönemlerinde Rünik ve Uygur (Sogt) alfabesi ile yazılmış yazıtlar bırakmışlardır.
Kül Tigin ile Bilge Kağan (716-733) yazıtları Türk atalarımızdan bize kalan en eski tarih belgesidir. Kül Tigin Anıtı 130 sm x 46 sm üzerine 375 sm yükselen tek parça bir taştır. Anıtın MS 732 yılı Ağustos ayı içinde Çinli ustalar tarafından dikildiği anlaşılmaktadır.
Bilge Kağan’ın kendi yazısı ise ölümünden sonra (Kül Tigin Anıtı’ndan üç yıl sonra) MS 735 Eylül ayında, Kağan’ın oğlu Tenri Kağan tarafından bitirilmiştir. Anıtın yazıcısı, Kül Tigin’in yeğeni Yolluğ Tigin (Yulug Tekin)‘dir.
MS 720 yılında ölen Bilge Vezir Tonyukuk Yazıtı’nın ise ne zaman dikildiği kesin belli değildir.
Göktürklerden sonra ülkeye egemen olan Uygurlar, Göktürklerin Rünik alfabesini bırakıp Batı’dan aldıkları Sogut alfabesini kullanmışlardır.
Bir yanda Çin kültürü, öte yanda Devlet geleneği ile özdeşen Kanci (Hanlık) yazısı, Devlet kurmaya özenen Türk boylarını alfabe (yazı) sahibi olmaya özendirmiştir. Bunun sonucu olarak, batıya doğru göçen Türk boyları çeşitli alfabeleri denemiş, kullanmış, kendi gereksenemelerine uyarlamışlardır.
Göktürklerin Runa veya Rünik alfabesi, Uygurların Sogutça’dan aldıkları Uygur, Türk-İslam devletlerinin Arap alfabesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin bugün kullandığı Latin alfabesi gibi.
Yazısız uygarlık olmadığı gibi devlet düzeni de kurulamıyor. Alfabe ile yazı, yerleşme koşuluyla birlikte, belki de devletleşme sürecinin en güvenilir ölçütleridir.
Kendi yarattığı bir alfabesi olmayan Türkler çeşitli etkenler nedeniyle bir türlü alfabesini oturtamamıştır. Nihayetinde çağdaş dünyaya adapte olmak ve çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkma hedefi doğrultusunda son olarak Latin harflerini benimsemişlerdir.
Bu bağlamda ortaya çıkan en önemli sorun Selçuklu ve özellikle de Osmanlı döneminde öz dilimiz olan Türkçenin giderek yozlaşması olmuştur.
Bu yozlaşma, sadece sözcüklerle yetinmeyip Arapça/Farsça söz dizim kalıplarını birbirine karıştırarak Osmanlıca adı verilen ve halkın anlamadığı bir hal almıştır.
Şemsettin Sami Beyin (1901) derlediği Kamus-u Türki adlı sözlükte bulunan 30 bin sözcükte Arapça asıllı 11.300, Farsça asıllı 4.400 ve Türkçe asıllı 13.300 kelime yer almaktadır. Aslına bakılırsa Osmanlı’dan miras kalan Türkçe, iletişimi sağlayan bir anlaşma dili değil, bir ayrışma dili niteliğine bürünmüştür.
Nihayet Tanzimat ile birlikte Türkçe eğitime başlanmış, Türkçe öğretim dili olarak Osmanlı okullarına girmiştir.